30 Mart 2010 Salı

"Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak " ankara ...yılmaz erdoğan'ın kaleminden...yorumundan


ANKARA

Ankara
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında
diye yapılmış
gri sisli binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm bu sevda bitmezmiş sevmek
bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş!
(biz bir şeyi delicesine severiz
ama tanrım neyi?)
kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen
öğrenciler
bir daha asla yaşayamayacağı
aşkları teğet geçerken
hep onu sevmeyenleri severek
hep onu sevenin gözlerinden
kalabalıklara kaçarak
karışarak toplumcu gerçekçi yalnızlıklara,
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını
bir izmirli güzele dayatmak varken
(hep kardeş olacak değiliz ya,
yaşasın halkların sevgililîğî!)
soyut bir sevdaya
beşik kertilmiş olan
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan,
fırat'ın büyük elleri
ararat'ın kız yelleri
cilo'nun derin nefesleri
hülasa kente hukuk mukuk okuyup
mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları, ankara' ya öyle yakışırdı ki kar
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar
(belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur ve çoğu zaman
bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir
hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana
ankara'da,
yoksa bugün bir hayat
yaşanmayacakmı duygusu çöker bütün bozkıra.
Kimse keman çalmaz belki
Belki bu fiim hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
Hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha
Çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat Urfa'da hatta
Ama hiçbirinde
o kadar aç oturrnadım sofraya
ankara'ya
öyle yakışırdı ki kar
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından
anla ki sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar
öyle deme
Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür
bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan
ankara'da yaşamak
yollarına hep sevdiğimiz insanların
adlarını vermediler ama biz her duvara
bilvesile onların adını yazarak yaşadık
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için deği!
çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı,
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak
hem neşet ertaş' ı hem bülent ersoy' u
aynı anda sevmeyi başararak,
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek ama
yine de bu tasarrufunu takdir ederek
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi
yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz, şimdi kapalı birr kuruyemişçi
dükkanının -ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitileyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen ama
pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı esmer cesur korkak
çoğu kürt çoğu türk çocuklardık...
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra belki ahmed arifin aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara' yı
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim,nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o,en netameli aydır bence.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.
YILMAZ ERDOĞAN
müzik -  ankara yılmaz erdogan | izlesene.com
KUTLAMA : YENİ BİR BLOG DOĞDU BU GECE...HAYIRLI UĞURLU OLSUN:))
http://hayatimkadraj.blogspot.com/

29 Mart 2010 Pazartesi

SEVGİLERDE...BEHÇET NECATİGİL'DEN...SEVDİM SENİ BİR KERE...ÖZDEMİR ERDOĞAN YORUMUYLA...



Sevgileri yarınlara bıraktınız 
Çekingen, tutuk, saygılı 
Bütün yakınlarınız 
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden 
(siz böyle olsun istemezdiniz) 

Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi 
Kalbinizi dolduran duygular 
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz 
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. 
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk 
Geçecegi aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde 
Açan çiçekler vardı, 
Gecelerde ve yalnız. 
Vermeye az buldunuz 
Yahut vakit olmadı.
 Behçet Necatigil


28 Mart 2010 Pazar

AŞK ÇİZGİSİ ...Ü.YAŞAR OĞUZCAN'DAN...SEVMEK...NİLÜFER'DEN



AŞK ÇİZGİSİ

Bütün yollar aşktan geçiyor, görüyor musun?
Bir aşk çizgisi var her şeyden öte
O çizgiden başka bütün çizgiler
Aşkı tüketmede

Kimi dik çizgilerin kimi paralel
Eğri büğrüsü, düzgünü, kalını, incesi
Ve bir gün sarıyor bütün çizgileri
Ölüm çizgisi

Bense hep seni çiziyorum kağıtlara, duvarlara
Yeşillerle, morlarla, mavilerle
Resmini yapıp adını yazıyorum
Renk renk çizgilerle

Tut ki iki noktayız birbirinden uzak
Bir çizgiyle aramızı birleştiriyorum
Sonra bir ev yaparak çizgilerden
İçine seni yerleştiriyorum

Başlıyoruz geometrik yaşamlara
Nokta nokta, şekil şekil
Ve bir tek çizgi oluyoruz seninle, mutlu
Öbür çizgiler umurumuzda değil

Her düşünce aşka teğet geçiyor
Tanığı çizgiler var olduğumuzun
Bir aşk çizgisi var her şeyden önce
Bütün yollar aşktan geçiyor, görüyor musun?

 ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

Ve NİLÜFER'den SEVMEK...

26 Mart 2010 Cuma

ÖYKÜ(CÜ)




ÖYKÜ(CÜ)

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Işıklı dilimde, durmaksızın yol alan bir küheylanın dizginlerini sıkıca tutardı parmakları.

Kalabalığın zehrini çekerken içine, sigarasının yedeğinde, yalnızlığın koynunda geçireceği geceyi düşlerdi yüreğinde.

Sonra düşerdi ışıltılı karanlığın içine: Yüzlerinde peçe beklerken heyecanla harfler bir köşede, bembeyaz sayfaların karşısında dizginleyemezdi şehvetini, kalemi de alınca eline.
Kelimelerinin içine girebilme, yokluktan varlığa geçebilme telaşındaydı heceler.

Yelkovan, kırıp dizini otururdu önünde. Akrebin başı yerde…Saniyeler el ele, kaynayan yüreğin lavları akarken sıcak ve derinden, kaçışırdı saliseler önünden.

Kalbinin sarkacı, rüyayla yakazanın arasında gidip gelirken çekiştirmeye başlardı vücut libası, ağrılı iğnelerle acıtırken.

Karanlığın beşiğinde tatlı, küçük bir ölüme çağırırdı gözkapakları. Direnişi, yağmurun toprağın teninde bıraktığı o koku ile tazelenen sabaha kadar sürer, sonra da kağıdın üzerine düşürdüğü duygularını demlenmeye, başını yastığın sıcağına bırakırdı.

Boyanın kitre ile dansı gibi müphem, yeni bir günde, insanlardan bir insan olma gayesiyle karışacağı hayata, gülümserdi gözleri uyandığında. Bazen dayanılmaz olunca ağrıları şikayet ederdi dili. Kalbi diline çıkışıp Sahibi’ne saygısızlık ettiğini hatırlatınca af dilerdi kelimeleri. Dua niyetine birkaç ağrı kesici atar, aroması etrafa yayılan enfes bir kahveyi, sigarasıyla yudumlardı.

Ve yine başlardı öykücü yazmaya, yatışmayan bir heyecanla, her gün yeniden…Kalbinden damıttığı kelimeler, öyküleriyle yol bulup saplanıverirlerdi, adını, ruhunu, sevdasını bilmediği birilerinin en acıyan yerlerine. Kimi zaman yara, kimi zaman merhem niyetine.

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Hoş bir seda bırakma arzusuyla durduğu şu alemde.

HANDAN GÜLER
http://sensizyildizlarabakamam.blogspot.com/2009/03/oykucu-zaman-yarp-girerdi-bir-ruyann.html
 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Öykü(cü)mden farklı bir öykü okumak isteyenlere...
Düşkırığı
Sadık Yalsızuçanlar - 26.03.2010 12:24

   

ÇOCUKLARINI YİYEN BİR ÜLKENİN ESERİ İNSAN OLAN ÜMİTVAR YİĞİDİ vesilesiyle bizden son haberler:))

BİZDEN SON HABERLER:
Blogdaki yazım aşağıdaki sitede de yayınlandı:))



 "İkimizi de aşar o kapının ardındaki masal" isimli öyküm aşağıdaki sitede yayınlandı:))
http://www.serinselvi.com/yazi.php?no=123

"vakit bahar" adlı öyküm aşağıdaki sitede yayınlandı:))
http://www.serinselvi.com/yazi.php?no=104

"Yalanlar" adlı yazım aşağıdaki sitede yaynlandı:))
http://www.serinselvi.com/yazi.php?no=83

"gönlün ışığı şifa verir göze" şurda yayınlandı:))
http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/gonlun-isigi-sifa-verir-goze/2009/12/

"demli bir deneme" şurda yayınlandı:))
http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/demli-bir-deneme/2009/09/

"bengisu" ve "gözler aşkı inkar etmez ki" şurda yayınlandı:))
http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/bengisu-gozler-aski-inkar-etmez-ki/2009/07/


25 Mart 2010 Perşembe

Türkiye 2010 PARİS KİTAP FUARINDA ! İŞTE DETAYLAR... VE FİKRİMİN İNCE GÜLÜ...


İŞTE DETAYLAR VE KATILAN YAZARLAR:


TÜRK- FRANSIZ YAYINCILAR PROFESYONEL BULUŞMASI, 23-24 Mart 2010

2010 PARİS KİTAP FUARI TÜRKİYE ETKİNLİKLERİ PROGRAMI:

26 Mart 2010, Cuma 14:30 “Türk Edebiyatı ve Aşk”

Serdar Özkan, İskender Pala

27 Mart 2010, Cumartesi 14:30 “Türk Edebiyatı’nda İstanbul”
Nedim Gürsel, Ayşe Kulin, Sadık Yalsızuçanlar
28 Mart 2010, Pazar 14:30 “Türkiye’de Çocuk ve Gençlik Edebiyatı’nın Dünü, Bugünü”
Nazlı Eray, Yalvaç Ural, Salih Zengin

29 Mart 2010, Pazartesi 14:30 “Çağdaş Türk Edebiyatı ve Eleştiri Geleneği”
Metin Celal, Semih Gümüş, Doğan Hızlan, Ömer Lekesiz

30 Mart 2010, Salı  14:30 “Türk Edebiyatı’nda Polisiye”

Mehmet Coral, Mine G. Kırıkkanat, Celil Oker, Mehmet Murat Somer

31 Mart 2010, Çarşamba 14:30 “Türk Edebiyatı’nda Fransız İmgesi, Fransız Edebiyatı’nda Türk İmgesi”
Ataol Behramoğlu, Faruk Bilici, Metin Cengiz, Timour Muhidine

2010 PARİS KİTAP FUARI İMZA GÜNLERİ PROGRAMI:
Yazarlarımız fuar süresince programdaki etkinlik günlerinde 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 saatlerinde Türkiye Ulusal Standı’nda (U71) kitaplarını imzalayacaklar. İmza Günleri programı şöyle:
26 Mart 2010, Cuma 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Serdar Özkan, İskender Pala
27 Mart 2010, Cumartesi 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Nedim Gürsel, Ayşe Kulin, Sadık Yalsızuçanlar
28 Mart 2010, Pazar 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Nazlı Eray, Salih Zengin, Yalvaç Ural
28 Mart 2010, Pazar 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Doğan Hızlan, Semih Gümüş, Metin Celal, Ömer Lekesiz
30 Mart 2010, Salı 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Mine G. Kırıkkanat, Mehmet Murat Somer, Celil Oker, Mehmet Coral
31 Mart 2010, Çarşamba 12:00-14:00 ve 16:00-18:00 / Metin Cengiz, Faruk Bilici, Ataol Behramoğlu, Timour Muhidine



ÜÇ MAYMUN...NURİ BİLGE CEYLAN'DAN...İNSANI YUTAN ANAFOR: YALAN


Filmin konusu:

Küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği örtbas ederek her şeye rağmen bir arada kalma çabası. Altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak adınagerçeği bilmek istememek, onu görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle “Üç Maymun”u oynamak, onun varolduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?

Bu filmden sonra:
Dünyanın saygın gazetelerinden New York Times ve Le Monde gibi gazetelerle önde gelen yabancı haber ajansları, Nuri Bilge Ceylan ile röportaj yaptılar.

Gösterim sonunda AA muhabirine konuşan yabancı film eleştirmenleri, Ceylan’ın, bu filmiyle Cannes’dan mutlaka bir ödülle çıkacağı konusunda görüş bildirdiler.

Yabancı film eleştirmenleri, filmi çok beğendiklerini, filmin drama gücünü çok yüksek bulduklarını ve Cannes Festivali’nin yakından tanıdığı Ceylan’ın sinemasının önemli aşamalar kaydettiği görüşünde birleştiler.

Bu film için eleştiri:
İşadamı ve yaklaşan seçimlerde milletvekili adayı olan Servet, gece vakti, şehirler arası dar bir yolda, arabasıyla ilerlemektedir.. Gözleri uykusuzluktan neredeyse kapanıyor olsa da, tek başına yaptığı bu yolculuğu sürdürmeye kararlıdır..
Bekleneceği üzre, bir süre sonra Servet, kazayı yapmış ve önüne çıkan bir adamı ezmiştir..
Adamın öldüğünü ve başka bir arabanın da olay yerine doğru geldiğini gören Servet; olay duyulursa, adaylığının o anda biteceğini de düşünerek, bir an evvel oradan uzamanın, kendisi açısından daha iyi olacağına karar verir..
Neticede bu bir kazadır ve olan olmuştur.. Şimdi yapması gereken, parasının da yardımıyla bu işten sıyrılmaktır..
Bunun için, hemen aklına gelen kişi, özel şoförü Eyüp'tür.. Hapisteyken maaşının devam edeceğini ve çıktığında da toplu bir para vereceğini vaat ederek, ondan bu olayı üstlenmesini ister..
Lise mezunu ancak üniversite sınavını kazanamamış bir oğlu ve yemek fabrikasında çalışan karısından oluşan bir ailenin reisi olan Eyüp; kabul etmese, büyük ihtimal hazır işinden de olacağını düşünerek, bu ahlaksız teklifi kabul eder ve hapse girer..
Bir yıl kadar sonra hapisten çıkan Eyüp, önünden demiryolunun geçtiği, ayakta durmaya çalışan, köhne evine döndüğünde; kendisinin yokluğunda, aile fertlerinin hal ve gidişinde, büyük değişiklikler olduğunu fark edecektir..
İçinde bulundukları derme çatma ev kadar sallantıda olan aile birliğini bi şekilde korumaları için, baba Eyüp'le birlikte, anne ve oğlu da aynı zorlu sınavdan geçmek durumundadırlar..
Bu sınavdan geçebilmek için; yeni oluşan değişikliklerin ne kadarını görmek, ne kadarını duymak ve de ne kadarını birbirleriyle paylaşmak hususu, büyük önem arz etmektedir..
Bireyleri, üç maymunu oynamak zorunda bırakılmış bu aileye, bozuk düzenin yaptıkları; onların, bizzat hatalarıyla kendilerine ettikleri ve kurtulma çırpınışları sırasında, üçüncü kişilere verdikleri zararların birikintisini hangi yağmurlar temizleyebilir ki?.
Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği, Yavuz Bingöl, Hatice Aslan ve Ahmet Rıfat Sungar'ın başrollerinde oynadığı Üç Maymun; iki saat boyunca sorduğu, yanıtlanması cesaret isteyen sorulara verebildiği ya da veremediği cevaplarla, oldukça karanlık, kasvetli bir yapıt..
Yönetmenin, bunun öncesindeki bütün filmlerinde gördüğümüz; ailesine ya da ahbaplarına dayanan, oyuncu kadrosu oluşturma alışkanlığı ya da zorunluluğu, bu filmle bitmiş görünüyor..
Gayet başarılı da olmuş bu profesyonel kadro, Üç Maymun'la birlikte, zaten mühim bir potansiyeli olan 'Ceylan Sineması'nın etki gücüne, önemli bir katkı sağlamış..
Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerindeki, o 'dillere destan' fotografik kalitenin, Üç Maymun'un, -özellikle- çok gelişmiş dijital özelliğiyle birlikte zirve yaptığını; titiz bir işlemden geçtiği anlaşılan, 'yakın plan' ve 'geniş açı' kadrajlarla; senaryoyu da destekleyen -etkin- renk seçimleriyle birlikte, mükemmelin yakalandığını söylemeliyim..
Her N.B.C. filmi gibi Üç Maymun da, pek 'açık' ve kolayca izlenebilir/anlaşılır olmayan anlatımı ve de yapısıyla, izleyicisinden 'biraz' çaba istiyor..
Cannes Film Festivali’nden ‘en iyi yönetmen’ ödülüyle dönmüş olan, Ceylan'ın -kuşkusuz- bu en olgun filmine, -herşeye rağmen- sinemaseverlerce yeterince ilgi gösterileceğini umuyorum.." ALINTI

DÜŞÜNCEM: Sinemada seyredemediğim bu filmi bu akşam tv'de izledim. Çok kasvetliydi ama görüntülerdeki perspektifler çok iyiydi. Ciddi oyunculuklar sergilenmişti. İlk düşündürdüğü şey yalanın girdiği yeri nasıl da kuruttuğu, meşru daire dışına çıklan her noktanın insanı daha büyük bir batağa çektiği, hırsın hasaret sebebi olduğuydu. Herkesin hatalı olduğu filmde kimse yargılanmıyor, kimse çaresizlik kılıfı arkasına saklanıp iyi bir karakter olarak sunulmuyordu. Zor ama kaliteli bir filmdi.İyi ve düzgün yaşamaksa arzulanan, hırslardan sıyrılıp, prensiplerini hayata hayat kılmalı ki insan ve inanç bazında öteleri düşünmeli ki durduğu yerde dosdoğru yaşayabilsin. Yoksa kayıp düşmek ve girdiğin anafordan çıkamamak bedelini öder ki insan, iki dünya mutluluğunu yitirir anlamadan. Her şey zıddıyla bilinir ya, bu kasvetli film de bana meşru dairenin keyfe kafi olduğunu hatırlattı.
HANDAN GÜLER

24 Mart 2010 Çarşamba

Anadolu Mayası ile Şehir Bize Ne Anlatır? Etkinlikleri...Geniş Aile severler için Gripin'den Komşu Kızı:))

Etkinlik Bildirimleri:

1-ANADOLU MAYASI ile Pendik'te Sadık Yalsızuçanlar bu gün 19:00 'da.
Gözler
Sadık Yalsızuçanlar - 24.03.2010 07:17

   
2- Ahmet Turan Alkan bu gün 19:45'te Bursa'da.


Geniş Aile severler için Gripin'den Komşu Kızı:)

23 Mart 2010 Salı

HERŞEY BİR DEVİNİM İÇİNDE...AŞK BİLE...VE...HAN SARHOŞ, HANCI SARHOŞ...MAHSUNİ ŞERİF'TEN



Dersten çıktım az önce. Bu dönem en çok bu dersi merak ediyorum. Sıkı da not tuttum.Dersin adı; YARATICILIK VE YENİLİK. Dolayısıyla ilk konu da değişim. Kimseyi teknik detaylarla yormak niyetinde değilim ama bireysel değişimin süreçleri üzerinde biraz durmak istiyorum:

Bireysel değişim ŞOKlarla ortaya çıkarmış.Mevcut yapı çöker ve insan şok yaşarmış. Önce inanmak istemezmiş. İnançsızlık sürecini depresyon izlermiş. Sonunda gerçeğin kabulü aşamasına gelinir, yeni beceriler elde edilir, rasyonellik sürecine erişilirmiş.Bu noktadan sonra yeni duruma uyum sağlanır ve bu bir süre böyle devam eder ardından ikinci şok gelir ve yeni bir değişim süreci başlarmış. Periyodik olarak bu dünyanın ekonomisinden bireyin yaşamına kadar uzanan bir döngü imiş.

Hayatın da döngüsel olduğu söylenir ya, hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. Dün yazdığım yazıda anlattığım süreci, sözkonusu ettiğim yazarım bilse de, bir şey yakaladığını ifade etti yorumunda. Kendi oluşum-değişim sürecini yaşarken haberi olmadan bir şekilde teması olan herkesi ve her yeri etkilediğinin farkındalığına erişmişti bu yazıyla.Mevlana da en önemli unsurun tekrar olduğunu ve dünyadaki herşeyin bir devinim içinde olduğunu anlatır ya. İşte bir kaç gündür dinlediklerim, okuduklarım, yazdıklarım sanki hep birbirinin devamı. Oysa hiçbirini ben seçmedim. Hatta bu satırlar da planladığım konular değildi ama galiba insan süreçlere bırakmalı kendini ve neolursa olsun dibe vurduktan sonra zirveyi göreceğini unutmamalı. Zirvede ise daima kalamayacağının bilincinde olmalı.

Hocamız, kendini değiştirmek isteyenlerin, hayalgücü, vicdan ve özbilinçe sahip olmaları gerektiğini de ifade etti. Bu noktada ELİF ŞAFAK'ın güzel romanı AŞK'ın KAHRAMANI ELLA geldi hatırıma.Değişim öncesi sancıyı ciddi boyutlarda yaşaması ve dibe vuruşuna rağmen içinde değişime direnç gösteren negatif tepkilere yenilmişti önce. Kırk yaşındaydı, değişmek istiyordu ama değişimin getireceklerini istese de götürecekleri onu ürkütüyordu.Yıllardır saç modelini bile değiştirmemesi onun hayata bakışını yansıtmak için kullanılan bir imge olarak çıkıyordu karşımıza.
Ve sonra birgün bir "şok" ile düştü değişim çarkının içine. Niye o kadar beklemişti? Çünkü değişimin gerçekleşmesi için sürecin dolması gerekliydi. Ve bu noktada dua etti Ella." Bana hakiki bir aşk ver- ver ki kurtulayım bu sıkıntıdan, sıkışmışlıktan- ya da beni öyle duyarsız yap ki hayatımda aşk olmayışını umursamayayım."

İşte böyle, 18. Kuralda diyor ya Elif Şafak; "Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir." Evet en küçük atomdan en büyük güneş sistemlerine, ekonomiden, işletmelerdeki süreçsel döngüye, insanın maddi manevi imtihanları olan ruhsal devinime kadar hepsi mükemmel bir düzende işlemekte ve birbirinin mikro-makro alemdeki örnekleri olmaktadır.Yani insan, küçük bir kainattır. Kainattaki herşey birbirine bağlanmıştır. Domino taşları gibi yerinden oynatılan her taş bir diğerini etkilemektedir. Kirletilen çevre sağlığı bozmakta, sağlık harcamaları artarken çalışma performansı düşmekte, ekonomi yavaşlamasın diye teknik yatırımlar artırılmakta, böylece daha az insana ihtiyaç olduğundan işsizlik ortaya çıkmakta, sanayileşme arttıkça çevre daha da çok kirlenmektedir ve bir şekilde bu devinim böyle sürüp gidecektir.
Sanırım heryerde aynı kuralın geçerli olması ve kainatın en önemli kuralının tekrar olması hepsinin TEK BİR KUDRET eliyle yapıldığının en güzel ispatıdır.

Öyleyse değişime direnmemeli, değişmek isteyip de değişemediğimize hayıflanmamalı, eskiler gibi demeli, her şeyin bir vakti, saati var...Aşk'ın bile. Aşkın sizi bulup sarması dileğiyle.  

HANDAN GÜLER


22 Mart 2010 Pazartesi

KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…



"ProgId">
KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…
O’nu tanıdığımda yaşım 11 idi, O'nun 22. Babamın sevdiklerini sevip yerdiklerini yerdiğim, önüme koyduğu her eseri hızla okuduğum vakitler. O da babamın dolayısıyla benim çok sevdiğim insanlar arasında yer almış, umut ve heyecan dolu genç bir yazardı o zamanlar. Ortalama her hafta görüştüklerini, bu görüşmelerde geçenleri babamın bir bir anlattığını, haftalık yazılarını okuttuğunu hatırlıyorum anılara dönünce.
Orta  okulda bir sürü derece aldığım kompozisyon yarışmaları için yazılar yazarken, lisede edebiyat dergisi için çalışmalar yaparken O'na öykündüğümü ama beceremediğimi anımsıyorum. Uslubun kendine has bir şey olduğunu yıllar içinde, adını yazmadan yazacağı satırları bile tanıyabilecek aşinalığa geldiğimde kavradım. Sanırım O da, benim satırlarımı nerde görse, nasıl süslesem, ne sıfatlar arkasına saklasam, en yalın halini bildiğinden devrik cümlelerimin, hemen tanır ve ısrarlı talebimle, beni besleyen, büyüten düşüncelerini sunar yazıya.
Zaten 1992’ de gazetede yayınlanan ilk yazımı farkedip soyadından dolayı babama kim olduğunu soran da O olmuştu, ümit verici sözlerle kendisi bile farketmeden beni büyük bir coşkunun ortasına bırakan da. Ama bunların hepsi gıyabında gerçekleşen hadiselerdi ve O'nu hiç görmemiştim, bir resimdi zihnimde yıllarca.
Sonra bir gün o resimdeki adamı gördüm sokakta. Ertesi gün yine, sonraki gün tekrar. Koltuğunun altında en az üç kitap yanımdan geçip beklediğim noktanın karşısındaki binaya giriyordu her sabah. Babam söyledi sebebini sonra, oradaki bir kamu kuruluşunda memurdu yazarım o yıllarda. İki  sene boyunca her sabah O'nu bu şekilde gördüm, hep umutlu, hep heyecanlı bir yüz ifadesi ile hep en yakın dostları kitaplarıyla.
Sonra ben şehrimden ayrılınca öss rüzgarıyla, dergi ve gazetelerden takip ettim yıllarca. Üniversite bitip staja başlarken bir dergide sizden gelenler başlıklı bir köşenin editörlüğünü yaparken gördüğümde O'nu, hemen bir  yazı yazıp yolladım dergiye. Tabi yanına,  iyice köşeye sıkıştığım o günlerde akıl danışacağım bir büyüğüm olarak bana yol göstermesini istediğim bir de mektup yazdım, hayatın örselediği ruhumdan geriye kalan samimi duygularla. Altı gün sonra beni aradığında ağlıyordum, soğuk bir koridorun acımasız karanlığında. Sesi bir el uzatmıştı ruhuma, o güçle çıkabilmiştim binanın dışına. Ekimin son günleri olsa da yazdan kalma bir günü yaşamaktaydı Konya.  Ama içimdeki kışı bir O anlamış, ihtiyacım olan ateşi bir O yakmıştı o gün bana. Sonrasında hep destek oldu zorluklarımda, bıkmadan usanmadan dinledi beni, uzayan satırlarımda. Çözüm önermeyi pek sevmeyen ama alternatifleri bulacağım noktaya kadar sesli düşünmeme eşlik eden bir tavrı vardı. Bence demezdi hiç, ben değildi çünkü. Ben olsam şöyle yapardım diye ahkam kesmezdi, bilirdi ki kimse kimsenin içinde olduğu resmi tam olarak göremediğinden ne kadar destek amacıyla da söylese fikrini, hep eksik kalacaktı söyledikleri.  
Ve bir zaman sonra O'nu ziyaret ettim, İzmir’e geldiğim bir hafta. 21 yaşındaydım o zaman, o 32. Yıllardır gıyaben tanıdığın biri ile yüzyüze gelmek, tanışmak çok ilginç bir duyguydu,  şimdi bunu anlatacak kelime bulamıyorum. Hani çok eski dostların yıllar sonra karşılaşmasındaki gibi bir coşku, on yıldır okuduğun, çocukluk ve ilk gençliğine yön vermiş bir yazarla ilk kez karşılaşmanın korkuyla karışık heyecanı…Ve daha bir dolu karışık duyguyla gitmiştim çat kapı, çalıştığı iş yerine.  Ne cesaret… O zamanlar demek ki cesurmuşum, buradaki “cesur” kelimesinin manasını en iyi o anlar. Hatta cesur kavramının gönül sözlüğümdeki karşılığı onun adıdır. Çok genç yaşlardan itibaren ne istediğini bilen, kararlı bir insan olmayı başarmıştır.
Yazısına öykünmeyi bırakıp önderliğinde çıktığım başka okumalar esnasında onun en çok bu yönüne hayran kalmışımdır: Cesur, kararlı, azimli, bedel ödemeye razı. Ağır sonuçları çıksa da önüne tercihlerinin,  geri dönmeyecek kadar dik başlı, kimseye dayanmadan, hatta ona dayananları da taşıyabilecek kadar güçlü bir adam. İnandığı herşey uğrunda dünyayı karşısına alacak kadar cesur, ama bir kuşun kırık kanadına, bir çocuğun gözünden akan yaşa, ülkesinde herhangi  bir kadının daha doğru ifadeyle dil, din, ırk farkı gözetmeksizin bir insanın uğradığı haksızlığa dayanamayacak kadar naif bir insan. Okurlarına dost muamelesi yapacak kadar mütevazı, her yazılana cevap verecek kadar nazik bir adam.
Sıkıştığım her köşe başında fenerini içime tutan, babamın gözlükleri yerine kendi gözlerimle bakmam gerektiğini hatırlatan bu değerli insan kadar cesur olsaydım, bugün bambaşka bir hayatım olurdu diye düşünüyorum, geriye bakınca. Ama ben onun kadar keskin kararlar veremeyecek ölçüde köşeye sıkıştırılmıştım, bu, çocuklarını yiyen, ataerkil ülkede. Boyun eğmek zorunda olduğum kurallar çerçevesinde yaşadım hep, hala değişen bir şey de olmadı  yaşantımda. Ancak durduğum yerde nefessiz kaldıkça,  yeni yeni pencereler açıyorsam kendime, bu enerjiyi buluyorsam hala, hep onun ektiği tohumlar yeşerdiğinden içimde, başlarını çıkarıp topraktan bakıyorlar penceremden güneşe, şimdi benimle birlikte.
“Tarihin sadece tarih olduğunu, dönüp dönüp gidilecek ve orada konuklanacak bir yer olmadığını “ söylemişti bir keresinde bana. “Yaşanması ve üzerine düşünülmesi gereken bir yer olduğunu “ belirtmişti. Bugün öylesi bir muhasabeye girdim ben de içimde. Keşke diyemeyecek bir tercihler silsilesinden gelseydim bugüne keşke. Ama bizi bizden iyi Bilen taşıdı ya bugünlere, razı olmayı bilmeli kadere. O’nun deyişiyle “Kulak kesilmeli aleme”, belki de.
Acılar yaşatıp sınandıkça dost bildiklerimle, onun yüreğinin önüne düştüm her seferinde. “Galiba biz başkasından acı görerek seyrelecek, bir sürü başkası böylelikle dökülecek yakamızdan, biz kalacağız kendi başımıza ve Rabb’imiz…Etraf sakinleşecek…Hafiften konuşmaya başlayacağız Rabb’imizle… Ağlayacağız ona…Yani kendimiz olacağız.“  demişti bir gün teselliler sunarken bana.
O’nu çok az gördüm yıllar içinde. Bazen senelerce yazışmadık ama ne zaman bir selamda kesişse yolarımız,  bıraktığımız noktadan başladık kalbi dostluğa. Zamanın; kardeşliği, dostluğu, haldaşlığı silemediğine olan inançla.
O benim şehrimde, bense çölün ortasında bir serap gibi sığındığım “ada”mda, iyi ki, kitaplar var diyerek yaşıyorum hala. Onun kitaplarını nasıl da içtiğimi geriye bakınca görüyorum. Hele de “Hiçkimseye Mektuplar” ı  satır satır didiklediğimi, onun üzerine sayfalarca yazdığım mektubu görünce hatırlıyorum.
Son kitabına kadar hepsini okudum defalarca. Sonuncusunu ise onca aramama rağmen bulamamanın üzüntüsünü yaşıyorum bu gün. Onbeşinci yılı devirdiğim gurbetten, belki bir yıla yaklaşan sıla özlemiyle döndüğümde İzmir’e,  orada bulurum ve özlediklerimle buluşurum duygusunu yaşatıyorum içimde. 
 O’nun dediği gibi diyorum bugün: “Bazen çıkamıyor insan kendinden, kendisi kendisine hapishane oluyor, muhkem bir hapishane, gardiyanı çok...Tutuklu da aczden başka bir şey değilse…Talip olmaktan çıkmışsa, gelen/maruz kaldığı neyse sadece bunu karşılamaya gücü kalmışsa…” Bu sözlerin üzerine söz söylenir mi hala?
Bir de şunu belirtmek istiyorum: Çok az insan böyle bir yere sahip oldu, gönül haritamda…Otuz sene de bir elin parmaklarına ulaşmadı beni bunca anlayan dost sayım. Ama belki de onun kadar anlayan olmadı, olamayacak. Çünkü o benim çocukluğumun, ben onun gençliğinin uzaktan da olsa şahidiyimdir. Söylediğim her kelimenin derin ve çağrışımlı bağlarını ancak o çözebilir. Ne demiş bir bilge; insan çocukluğudur.
Bu gün onun beni tanıdığı yaştayım: Burdan bakınca hayat çok başka görünüyormuş, onu kısmen anlıyorum ama o yine benden önde gidiyor, kimbilir yeni yaşlarında neler keşfediyor.

Evet o bir kaşif, kendinde yol alıyor, öyle geniş bir okyanus ki içi, her gün bir başka sahil daha buluyor sığınacak ve kapıyor kendini yanlışa, yalana, bir rüya olan hayata. Ölmeden önce ölme telaşında O, herkes gibi mutluluk denen yalanın peşinde değil gönlü. Kendini bilme, böylelikle alemi okuma, kitaptan kürekleri, yazıdan kayığıyla içindeki okyanusta yol alma telaşında.
Yıllardır görmediğim ama haberlerini bir şekilde aldığım yazarıma dair, bir şeyler söylemek zor oldu doğrusu ama yazmasam olmayacaktı noktasına taşıdı bu sabah gelen bir ileti beni. Bir sosyal paylaşım alanı olan Facebook’tan gelen iletide arkadaşınız Nihat Dağlı’nın doğumgünü bu hafta diye bir hatırlatma vardı. Yetiştirmem gereken acil işlerim sebebiyle ve daha zamanı var diyerek birkaç saat bastırdım yazma isteğimi ama olmadı. Ve bu yazı böyle çıktı ve gönülden düştüğü gibi buraya aktarıldı.
Nihat Dağlı kadar geniş gönüllü birini yazmak haddime değil ama bana açtığı pencerden selam vermek, yeni yaşını erkenden kutlamak istedim. Onu anlatmaktan uzak, paylaşmak  istediklerimden çok çok eksik bu yazı onu tanıyanlara mutlaka bir şey ifade edecektir. Eğer hala tanımayan biri var da bu satırları okuyorsa, dilerim bu yazı  onun kitaplarına, onun dünyasına taşısın gönlünü bu baharda.
Ve Sayın Yazarım, gelecek günlerin geçenlerden bereketli olsun, sağlık ve huzurla uzun yıllar daha yaz kağıtlara, oradan aksın sıcacık kelimelerin çoraklaşmış gönül haritalarımıza. Eminim son yirmi yılda sana karşı bir çok kusurum olmuştur, kırmışımdır belki seni, öyleyse eğer affet beni. Koruyacaksın her daim, yüreğimdeki yerini.
HANDAN GÜLER    

21 Mart 2010 Pazar

Hz. Mevlana'da Seyir ve Edebi Bir Tür Olarak Hikaye İlişkisi ile CEYHUN EMRE TEOMAN, ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNDEYDİ:))

Ankara baharın güzel elbisesiyle uyanmışken sabaha bahar bayramını fırsat bilen ve kışın miskinliğini üzerinden atmaya kararlı halkı da kendini atmıştı evin dışına. Tabi İzmir ve İstanbul gibi bir sahil şeridi olmayınca bulduğu her su birikintisi ve çimeni manzaradan kabul eden Ankara'lılar parklarda mangal yapmaya girişmişlerdi bile. Bir kısım Ankara'lılar ise tercihini baharla canlanan kültürel etkinliklerden yana kullanacaklardı elbette. 

Devam eden Ankara Film Festivali ve Atatürk Kültür Merkezi'ndeki Kitap Fuarı da hafta sonları kutsal mabetlermiş gibi rutin gidilen AVM'lerden sıkılanlar için iyi alternatifler olunca ben de katıldım tercihini burdan kullananların arasına. Kitap fuarına gittiğimde beklentimin üzerinde bir kalabalıkla karşılaştım doğrusu. Evet insanlar cidden kitap alıyor ve güzel havaya rağmen vaktini kapalı bir mekanda geçiriyordu. Etkinlik kapsamında gözüme takılan CEYHUN EMRE TEOMAN'ın Hz. Mevlana'da Seyir ve Edebi Bir Tür Olarak Hikaye İlişkisi isimli söyleşisi olunca fuar ziyaretimin saatini bu kısa söyleşiye göre ayarladım.

İlk kez dinleyeceğim yazarın söyleşisine bir kaç dakikalık bir gecikmeyle dahil olduğumda bu sesi çok iyi tanıdığımı farkettim. Daha önce radyoculuk da yapan yazarın sanırım bilinçli olmasa da dinleyicisiydim:)) Söyleşi çok güzel bir seyirde akıp gitti, ama çabuk bitti. Profesyonel bir sesin bu sefer yazar şapkasıyla karşımıza çıktığı  bu söyleşiden kısa notlar aktarmak istiyorum ve umarım bir gün, daha uzun söyleşilerde dinlemek şansına kavuşurum.

Ayrıca şunu da belirteyim: Yazarın edebiyat hocası olan kıymetli eşi ve annesiyle beraber söyleşi izlemeye gelen oğlu da salondaydı. Küçücük yaşıyla uslu uslu oturup sonunda niçin kitap okuyoruz sorusuna da kamil insan olmak için diye bilgiç bilgiç cevap verince şimdilerde 8.5 yaşında olan oğlumun küçüklüğü geldi aklıma. Velhasıl-ı kelam güzel bir söyleşiyi epeyce de kitap aldığım bir fuar gezintisi tamamlayınca keyifli bir pazar daha düştü gönlümden buraya:))

"Hz. Mevlana'da Seyir ve Edebi Bir Tür Olarak Hikaye İlişkisi" 'nden Notlar:

-Hz. Mevlana'nın eserlerindeki dilini Hz.Şemsten sonra dil bilimi açısından değil ruh bilimi açısından ele alırsak daha faydalı olur.
-Hz. Mevlana "ol der olur" lafzı üzerinde durur yaratılış konusunda. "ol dedi oldu" değil. Süregelen, tekrarlanan bir süreçtir yaratılış. Allah her an yeni bir şendedir der ya bilgeler.
-Mevlana dönüp dolaşıp NEYe getirir sözü: İnsanın kafatasında da neyde de 7 delik var der ve bunu nefsin aşması gereken 7 mertebeye bağlar. Neyi başımızla üfleriz ama kalbe doğru üfleriz. Yani beyin kalbe boyun eğer aşık olunca, aşka inanınca.
-Şemsten sonra hep sevgiden, sevgiliden bahseden bir dil kullanır Mevlana. İbn Arabi ile aynı devirde yaşayan Mevlana'nın hocası Sadrettin Konevi İbn Arabi'nin üvey oğludur.
-İbn Arabi, ilk vahyin geldiği anı baz alır ve Mevlana'nın ilgisini en çok bu nokta çeker. Siz okuma bilmeyene oku der misiniz? Oysa Efendimiz'e (sav) okumayı bilmediği halde üç kez oku emrini getirmişti Cebrail (as) O zaman burada bir sır vardır O da tekrardır.Tekrar için zikirdir der İbn Arabi. Her şey, her an, her daim Hakk'ı zikreder olarak yorumlar bunu Mevlana.
-Anadolu' da üç şems yaşamıştır: Şems-i Tebrizi, Şemsettin Sivasi(=Kara Şems), Akşemsettin.
-İnsanın katetmesi gereken seyr-i sulukta çok mertebeler var ama ulaşılacak son nokta için her şeyin başladığı yer, yani toprak olmak gerek der Mevlana.
-Her hikaye bir seyirdir. Nokta konduğunda bu yazar için bir noktadır yoksa hikaye sonu olmayan bir seyirdir.
-Hikayenin bir adım ötesi şiirdir. Birçok türde eser verme meziyetine sahip olsa da Mevlana şiirde ısrar etmiştir.
-Dervişler birbirini "Aşk olsun" diye selamlar...Biz de öyle bitirelim...Aşk olsun...Aşkınız Nur olsun...Nur'unuz ayn olsun..."

--------
Not: Güzel bir blog, samimi bir yazı...Ali'den...

20 Mart 2010 Cumartesi

MÜBERRA BAĞCI TAYFUR'DAN ATAÇ'IN TİYATRO YAZILARI KİTABI ÇIKTI:))

1920'ler İstanbul'unda Tiyatro Geceleri

Müberra Bağcı Tayfur'un hazırladığı -iyi ki hazırlamış, iyi ki onca emeği göze almış!- Ataç'ın Tiyatro Yazıları (Dergâh Yayınları) benim için göz kamaştırıcı bir kitap oldu. Özellikle İstanbul'un yakın tarihi açısından.
Gözümü kamaştıran başka sebepler de söz konusu, dile getirmeye çalışacağım.
Ataç'ın, 1920'lerden 1950'lerin sonuna, bütün tiyatro yazılarını kapsayan bu eserin "Sunuş"unda İnci Enginün şöyle vurguluyor:
"Ataç, fikirleri, sağlam zevki ile müstesna yazarlardan biridir. Görüşlerine ister katılın, ister katılmayın, onların cazibesinden kurtulmak kolay değildir. Bana öyle geliyor ki bu yazıları sadece tiyatro edebiyatıyla ilgilenenler değil, tiyatroyu sevenler, tiyatromuzun nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek isteyen herkes okumak isteyecektir."
Ben de, değerli İnci Hanım gibi, tiyatroyu sevenler arasındayım.
Geçmişte, 1976'da Kültür Bakanlığı, Reşat Nuri Güntekin'in Tiyatro İle İlgili Makaleleri'ni yayımlamıştı; Kemal Yavuz'un hazırladığı 640 sayfalık bir kitap. 'Öğretmen-öğrenci ilişkisi'nden biraz 'kurtulmuş', hocam Rauf Mutluay'la konuşuyorduk. Mutluay 640 sayfayı 'kâğıt ziyanı' sayıyor; çok daha 'derli toplu', günümüzü ilgilendirecek bir derlemenin yetip artacağını söylüyordu. Ne zamandı, İnci Enginün'e anlatmıştım; tiyatro tarihimizi günü gününe izlemek isteyenler için Reşat Nuri imzalı yazıların 'kazanç' olduğunu söylemişti. Ben de öyle düşünüyorum. Günü gününe, bire bir tanıklıklar elbette 'yaşarlık' getiriyor, dünü yaşamamıza imkân sağlıyor.
Reşat Nuri'de kuramsal yazılar çokçadır. Ama Ataç, dün gece ne seyretmişse, seyrettiğinin eleştirisini kaleme getirmiş. Birdenbire 1920'ler İstanbul'unda tiyatro geceleriyle donanıyorsunuz. Ve epey şaşırıyorsunuz: Kurtuluş Savaşı günlerinde İstanbul'da hayli renkli, canlı, halkın koşuşturduğu tiyatro dünyası!
Ataç'ın yazılarını, 1920'ler İstanbul'undan sahneler diye okudum; bu yazılar sonra başka zaman dilimlerine yol alsa da.

19 Mart 2010 Cuma

KARA KÖPEKLER HAVLARKEN...VE...İKİ DİL BİR BAVUL...ANKARA FİLM FESTİVALİ 2010'DAN


 

Kara Köpekler Havlarken

  • Yönetmen: Mehmet Bahadır Er Maryna Gorbach
  • Senaryo: Mehmet Bahadır Er
  • Müzik: Alp Erkin Çakmak, Barış Diri
  • Görüntü Yönetmeni: Sviatoslav Bulakovskyi
  • Kurgu: Maryna Gorbach
  • Oyuncular: Cemal Toktaş, Volga Sorgu, Erkan Can, Ayfer Dönmez, Murat Daltaban, Ergun Kuyucu, Taylan Ertuğrul, Mehmet Usta, Onur Dikmen, Muhammed Cangören, Şener Savaş, Vahap Erucu, Uğur Batur, Barlas Hünalp
  • Yılı: 2009
  • Süre: 88'
Film, mallallenin iki afilli delikanlısı Selim ve Çaça’nın İstanbul'un kanunsuzları arasından sıyrılarak yaptıkları hayat kurma mücadelesini anlatıyor. Selim güvercinci, en yakın arkadaşı Çaça Celal ise modifiye araba meraklısı bıçkın bir mahalle delikanlısıdır. Selim ve Çaça, gökdelenlerin hemen yanında dar gelirli insanların yaşadığı bir mahallede oturup, yolun öteki tarafındaki lüks semtlerde Usta (Erkan Can) dedikleri birisinin hesabına otoparkçılık yaparlar. En büyük hayalleri kendilerine ait bir otoparka sahip olmaktır. Ancak Selim’in sürekli gittiği güvercinciler lokalinden abileri Mehmet (Murat Daltaban)’in teklifiyle ummadıkları ve baş edemeyecekleri biçimde hayatları değişir. Ödüller:
2009 46. Antalya Altın Portakal FF; En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu

DÜŞÜNCEM:)) Son yıllarda seyrettiğim en iyi "Türk Film"lerinden biriydi. Bu akşam vizyona giriyormuş Batı sineması ağzına kadar doluydu. Filmden sonra oyuncular ve yönetmenlerle söyleşi de yapıldı oldukça güzel bir zaman dilimiydi. Realist bir bakış açısına sahipti film, hayatta ne varsa o vardı. İmgeler çok iyi kullanılmıştı. Yönetmenin dayısını baz alarak ve yaşadığı semtte çektiği filmdeki tüm karakterlerin gerçek hayatta karşılığının olmasıydı belki de filmi sahici yapan. Yönetmenler gerçek hayatta da karı koca olup görüntü yönetmeni yabancıydı. Eğer vaktiniz varsa ve sinemada değerlendirmek istiyorsanız bu hafta sonu için iyi bir tercih olabilir.İyi seyirler...

İki Dil Bir Bavul

  • Yönetmen: Orhan Eskiköy Özgür Doğan
  • Senaryo: Orhan Eskiköy
  • Görüntü Yönetmeni: Orhan Eskiköy
  • Kurgu: Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol
  • Oyuncular: Emre Aydın, Zülküf Yıldırım, Rojda Huz, Vehip Huz, Zülküf Huz
  • Yılı: 2009
  • Süre: 81'
Türk öğretmenin, uzak bir Kürt köyündeki bir yılı. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, bir yılını çocuklara Türkçe öğretmekle geçirir. Yılın sonunda çocuklar Türkçe öğrenebilecekler mi? İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar. Ödüller:
2009 15. Gezici FF; Gümüş Boğa Ödülü | 2009 15. Londra Türk FF; Seyirci Ödülü | 2009 Antalya Altın Portakal FF; En İyi İlk Film Ödülü | 2009 Abu Dabi 9. Orta Doğu FF; En İyi Orta Doğu Belgesel Film Ödülü | 2009 Adana Altın Koza FF; Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü

DÜŞÜNCEM :)) Güzel bir belgesel-filmdi. Doğuyu-zorluklarını bilelim diye çekmemişler bu filmi. Yönetmen de zaten aynı dil problemini yaşamış bir kürt olduğunu ifade etti film sonrası söyleşide. Orada bir kültür var diyor, onlara acımayın, yoksul değiller o kültür sebebiyle yere oturuyorlar, çekyat alamadıklarından değil diyor. Çocukların 7 yılda öğrendikleri ana dile rağmen okula başladıklarında nasıl da sıfırlandıklarını, idealist bir Türk öğretmenin çabalarını, hiçbir siyasi-ideolojik mesaj vermeden, birinden birini kötülemeden vermesi filmin en büyük başarısı.2003 yılı projesi olmasına rağmen açılım açısından güzel bir zamana denk düşen film seyredilebilecekler listesinde baş sıralara girebilir.    

MÜKEMMEL BİR FİLM...ÖTEKİ YAKA-ANKARA 21. ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ 2010'dan ilk film:))

ÖTEKİ  YAKA


 

Gagma Napiri

  • Yönetmen:
  • Senaryo: Nugzar Shataidze
  • Müzik: Josef Bardanashvili
  • Görüntü Yönetmeni: Amir Assadi
  • Kurgu: Sun-min Kim
  • Oyuncular: Lia Abuladze, Nika Alajajev, Tedo Bekhauri, Galoba Gambaria, Temo Goginava
  • Yılı: 2009
  • Süre: 90'
Hayat 12 yaşındaki Tebo’nun önüne pek çok zorluk çıkarmaktadır. Tebo, Gürcistan’ın en güzel yerlerinden biri olan Abazya’daki iç savaş yüzünden zorunlu yer değiştirmeye maruz bırakılan bir nesle mensuptur. Kalp rahatsızlığı yüzünden bu zor yolculuğu kaldırması imkansız olan babasını geride bırakarak Abazya’yı terk ettiğinde Tebo sadece 4 yaşındadır. Yeni ortama ayak uydurmakta güçlük çeken Tebo, aynı zamanda ev ekonomisine katkıda bulunamamanın verdiği suçluluğu da hissetmektedir. Annesinin yaşam şeklinden bıkan ve son derece rahatsız edici bir gerçeği keşfeden Tebo kendi topraklarına dönmeye karar verir. Ancak, bunu başardığında buradaki koşulların bıraktığı yerdekinden daha iyi olmadığını fark edecektir. Görsel anlamda yer yer Elem Klimov’un başyapıtı Gel ve Gör’i andıran film, Abhazya, Gürcistan ve Rusya'da yaşananları bir araya getirerek, yaşanan çelişkileri tarafsız bir şekilde beyaz perdeye yansıtmaya çalışıyor.

"Taraf tutmamaya çalışmak önemliydi ve bunu yapmak zor oldu. Filmin tek bir tarafı tutuyor olmasını istemedim. Gerçekten ciddi bir denge yakalamaya çalıştık çünkü bu çok karışık bir anlaşmazlık. Amaç Abhazyalılar ile Gürcüleri birbirine yaklaştırmada bir adım atmaktı" George Ovashvili Ödüller:
2009 Antalya Altın Portakal FF; En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen, SİYAD En İyi Yabancı Film
2009 Buster Çocuk FF; En İyi Film
2010 Dhaka UFF; En İyi Asya Filmi, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Film
2009 Hindistan UFF; En İyi Film
2009 Kinoshok- Open CIS ve Baltık FF; Jüri Özel Ödülü - En İyi Film
2009 Molodist UFF; En İyi Film
2009 Paris Sineması; Jüri Ödülü- En İyi Film
2009 Seattle UFF; En İyi Çıkış Yapan Yönetmen
2010 Tromso UFF; Norveç Barış Ödülü - En İyi Film
2009 Wiesbaden goEast; FIPRESCI Ödülü, En İyi Film
2009 Yerevan UFF; En İyi Film, Ekümenik Juri Ödülü

DÜŞÜNCEM:)) Muhteşem bir filmdi. Savaşın kötülüğünü, yıllar geçsede yaşanılan acıların tazeliğini koruduğunu, insanların insalıkları ile düşmanlıkları arasında kaldığını, göçmenliğin, mülteciliğin zorluğunu, halkaların yoksullaşmasının suç oranlarının artmasına sebep olduğunu, çaresizliği küçük bir çocuğun gözünden verilişi muhteşemdi. Bu filmi bulursanız kaçırmayın derim.Tam bir dram, o kadar çok ağladım ki iyi geldi.:))    

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA Bu gün bir okulun seminer salonunda kıymetli bilgilerini paylaştı bizimle. Özellikle pozitif enerjisinin akışını sağladığı konuşmasında aile içi iletişim ile aile-çocuk ilişkisi üzerinde durdu. Bu verimli söyleşiden bazı noktaları başlıklar halinde burada paylaşmak istiyorum:

-İnsan bir bütündür . Mutlu ol, mutlu et= mutlu et, mutlu ol!.Sadece kendi mutluluğumuzu düşünmemeliyiz.

-Evlilikte acil ihtiyaçlar listesi: 1- Dürüstlük 2-Sadakat 3-Sabır 4-Sorumluluk (Hepsi birbirinin sebebi ve sonucudur aslında)
 ------------
Burada bir parantez açıp bugün gittiğim ikinci söyleşiden konuyla kesişen bir ifadeyi de aktarmak istiyorum: Kadında eşe sadakat önemlidir; çünkü dini nikah esnasında vardım der, erkekte eşe vefa önemlidir çünkü aldım der.Vefa; sevdiğinin hata, kusur ve noksanlarına zorluklarına rağmen onu terk etmemektir. Şöyle bir hikaye vardır tasavvuf yolunda yürürken : (Cam ve Elmas kitabında anlatılan)    


“Bu yolun yolcularının çabası kırk yıldır derler. Dilin düzelmesi için on yıl, çile çekmek gerekir. İkinci on yılda ancak el düzelir. Üçüncü on yılda göz, son on yılda kalp temizlenir. Kim kırk yıl böyle yol alır ve davasına sadık kalırsa onun dilinden, içinde benliğin olmadığı bir sesin çıkması umulabilir” öğretisiyle yola çıkan İbn-i Sina, Ebu’l Hasan’ın yaşadığı köye varıp onu sorunca “Boşuna yorulmuşsun” derler, geri dön, o sır sahibi olduğunu söyler ama işinin temeli yoktur.” diye ilave ederler. Ama bilgin vazgeçmez ve dergaha gider, kapıyı çalar, açılan kanadın gerisinden bir kadın, ne yapacaksınız o miskini, burada değil, ormana odun getirmeğe gitti der. “ Sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir, size bir yararı olmaz deyince, İbn-i Sina kadına kim olduğunu sorar ve eşi olduğunu öğrenince şaşırarak ormana doğru yol alır. Az ileride odun yüklenmiş üç aslanla bilgenin geldiğini gören bilgin, yaklaşınca; “ Şeyhim bu ne hal?” diye sorar. Bunun üzerine ”Biz evdeki kurdun, yükünü çekmedikçe, aslanlar da bizim yükümüzü çekmez.” der Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri. Gördükleri karşısında çok etkilenen bilgin, yedi gün dergahta kalır ve şehrine geri döndüğünde başka bir bilgin olan arkadaşına, bizim aklımızla bildiğimiz her şeyi o kalbiyle görebiliyor, der."

İşte vefa insana manevi açıdan da önemli mesafeler katettirir, aile birliğinin devamı için de gereklidir.En çok yakışan şekli de erkeğin vefasıdır, tabi en zoru da.
--------
Fatih Akbaba'nın seminer notlarına dönersek:

-Kıskançlık gereksiz yere önce sizi sonra ilişkinizi tüketir.
-Ailenin güzelliği sırların saklanmasındadır, asla araya başkaları girmemelidir.
-Birbirinin ilacı eşlerdir. Önemli olan dinlemektir, karşımızdaki ile iletişim kurmanın en önemli aşaması dinleyebilmektir.
-Riyakar olunmamalıdır. Eşler birbirini onore etmelidir.
-Kelimeler elbisemizdir, nasıl görünmek istiyorsak öyle konuşmalıyız. (Fatih Hoca bir edebiyatçı aynı zamanda, bu veciz ifadeler de ancak bir edebiyatçının dilinden düşer önce kulağa sonra gönle)
-İşi eve getirmemeli, sorunlar paspasta bırakılmalı :)) ne zor bir tavsiye günümüzde, cep telefonları, iletiler, heran ulaşılabilir kıldı bizi. Fatih Hoca'nın buna da bir önerisi var: Belli saatten sonra telefonları kapatın, bedavanız var diye onla bunla konuşacağınıza oğlunuzla, kızınızla konuşun bedavaya:))
-Eşinizi kimseyle kıyaslamayın.Onu özel kılan sizin eşiniz olması bunu unutmayın.Sadakat konusunda zihni zorlayan bir hastalıktır kıyaslama.
-Evlilik bağlılıktır, bağımlılık değil.
-Birlikte geçirilen zamanın nitelikli hale getirilmesi ve bu konuda istikrar sağlama da çok önemlidir.Akşam yemeklerini iki saate çıkarabilirsiniz diyor Fatih Hoca. Diziler, bilgisayar oyunları, cep telefonundan uzakta sadece aile bireyleri olmalı bu iki saatlik paylaşımda. Eskiden evlerde tek ışık yanardı. Şimdi ise herkes kendi odasında ve kendi dünyasında. Bu durum aile bağlarının zayıflaması açısından çok tehlikelidir.Çünkü iletişimsizlik çatışmadan daha kötüdür. Kopar gider elimizden herşey, herkes, hele de sanal alem varken.
-Evlilik eskimez, bizden geçti demediğimiz sürece:))
-Aile bireylerine özel olduğu hissettirilmeli. Aşkım, hayatım gibi kavramlar içi boşaltılmadan sadece eşler arasında kullanılmalı, çocuklara asla kullanılmamalı ki, kavram kargaşası oluşmasın zihinlerde.
-Evlilik fikir ortaklığıdır, unutulmamalı. Empati yap huzur bul:))
-Evlilik uyumdur, birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.
-Dokunmak...İletişimin, sevginin en büyük göstergesidir.
-Kahveler beyden:)) formülü , bir kahvenin yapım zahmetini üstlenmeli ara sıra erkekler diyerek özel bir kahve tarifi verdi Fatih Hoca, beylere özel .))
-Farklılıkların ayrılık değil, zenginlik olduğu unutulmamalıdır.
-"HAKİKİ SEVGİ, İYİLİK GÖRDÜĞÜNDE ARTMAYAN, KÖTÜLÜK GÖRDÜĞÜNDE AZALMAYAN SEVGİDİR"  demiş bir büyük...Ne zor, ne güzel bir ölçü...
-Maneviyat güçlü olmalı ki, topluma da yansısın.
-Çocuklara uyarıcı değil öğretici olmalı.
-BİRBİRİNİZE KARŞI HATAYI BÜTÜTÜCÜ DÜRBÜNLER KULLANMAYIN.
-İNSANLAR BİRBİRLERİNE İYİ DAVRANDIKÇA GENÇ KALIRLAR
-SEVDİKLERİMİZİN DEĞERİNİ KAYBETMEDEN BİLELİM...VE KIRLANGICIN ÖYKÜSÜ'nü anlattı Fatih Hoca.
 
Aslında bu güzel ve önemli tavsiyeler hepimizin bildiği ancak uygulamadığının toplumdaki suç oranları ve boşanmaların artması ile görünür olduğu bilgiler. Ama sanırım ara ara uzmanlar bunları bize hatırlatmalılar ki hayatımıza hayat kılabilelim.

Fatih Akbaba tüm ülkeyi gezen ve bu konuda söyleşiler yapan, kitaplar yazan bir üniversite hocası. (Yukarıda ismini tıkladığınızda eseri ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz)  

Bize bu güzel bilgileri aktaran Fatih Akbaba'ya teşekkürlerimi sunuyor, en kısa zamanda tekrar bu şerefe ermeyi diliyorum. Dilerim bir gün bir yerde sizin de yolunuz onunla kesişir ve olumlu elektiriği size de geçer.

Ve bunca tavsiyeden sonra şu önemli noktayı da atlamayalım; bugün iki güzel söyleşiye gitmem için zemin oluşturan sevgili eşime de Semiha Yankı'dan seninle bir dakika adlı şarkı ile teşekkür ediyorum...Hoşça bakın zatınıza:))
HANDAN GÜLER


 




18 Mart 2010 Perşembe

ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ...ŞEHİTLERİMİZİN RUHLARI ŞAD OLSUN



YABANCI ASKERLERİN ANLATIMI İLE ÇANAKKALE
Çanakkale’de yaşananların o günleri yaşamış düşman askerlerinin anlatımıyla:

“Bayraklar dalgalanıyor, borular öttürülüyor ve dalgalar halinde üzerimize geliyorlardı. Ben makinalı tüfeği sabitleştirdim ve oturduğum yerde namluyu öne ve arkaya çevirerek ateş ediyordum. Nişan almıyordum ama ıskalamak olanaksızdı. İki yüz metre bile yoktu aramızda. Çok kalabalıklar ve arazinin kayalık olması nedeniyle yayılamıyorlardı. Bir açıklıktan geliyorlardı üzerimize. Biz bu uçtaydık ve onlar da öteki uçtan geliyorlardı. Ben ateş ediyordum, iki numaram mermi şeridini tutuyor ve kutudan yeni şeritler çıkartıyordu. Diğerleri tüfekleriyle ateş ediyorlardı. Ateşin etkisini göremiyorduk, sanki büyük bir nesneye ateş eder gibiydik. Tek tek insanlar yoktu karşınızda. Her şey birden sona erdi ve birden önümüzde kimse kalmadı...”

“Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklerle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”

“Türklerin içinde iriyarı biri vardı, neredeyse iki metrenin üstünde olmalıydı, bizimki de en az onun kadar iriydi. Sanırım prestij için iri adamlarını seçmişlerdi. İkisinde de beyaz bayraklar vardı. Ve ortada duruyorlardı.... Ben ölüleri gömenlerden biri değildim ama siperin kenarına oturdum ve bir süre sonra yanlarına gidip Türk’e sığır kavurması ikram ettim. Gülümsedi, çok sevinmiş göründü ve o da bana ipe dizilmiş incir verdi. Jacko adını verdiğimiz Türk askerlerinden ben de, bizimkilerin hepsi de pek hoşlanmıştık. Onun için kötü bir söz söylendiğini duymadım, temiz dövüşürlerdi ve dünyanın en cesur insanlarıydı. En yoğun ateş karşısında bile durmazlardı, adeta fanatik insanlardı. Onlarla ateşkeste karşılaştığımızda çok esaslı insanlar oldukları sonucuna vardık....”
 
95 Yıl önce tarihin akışını döndüren muhteşem bir zafere imza atan,Çanakkale kahramanlarını ve,kendilerini Türk Milleti’nin varlığına adayan içinde anneannemin ve babaannemin amcaları dayıları da olan tüm şehitlerimizi minnet, şükran ve dualarla yad ediyoruz.
Ruhları şad, mekanları cennet olsun.
ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ dinlemek isterseniz...
 

17 Mart 2010 Çarşamba

ÇOCUKLARINI YİYEN BİR ÜLKENİN, ESERİ İNSAN OLAN ÜMİTVAR YİĞİDİ: İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU



ÇOCUKLARINI YİYEN BİR ÜLKENİN, ESERİ İNSAN OLAN ÜMİTVAR YİĞİDİ: İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU
Meşhur bir hikayedir; bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan bir adama rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş deniz yıldızlarını suya geri attığını fark eder.

“Niçin bu deniz yıldızlarını tekrar denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi “Yaşamaları için” yanıtını verir.

Adam bu defa “İyi ama burada binlerce deniz yıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları atmanız neyi değiştirecek ki?” der.

Yerden bir deniz yıldızı daha alıp denize atan kişi, “Bak onun için çok şey değişti” karşılığını verir.

Hiçbirimiz herkesin hayatını değiştiremeyiz, ama en azından bir kişinin, yalnızca bir kişinin biz var olduğumuz için daha iyi halde yaşamasını sağlayabiliriz. Emerson da şöyle der; hayatta tek bir kişi bile siz yaşadığınız için rahat nefes alıyorsa siz başarılı ve amacına ulaşmış bir insansınız.

Bana bu hikayeyi hatırlatan, bir kişinin değil bir neslin üzerinde etkisi olan irfan sahibi, gönüller fatihi GEMUHLUOĞLU’nu anlatan DOSTLUK ÜZERİNE adlı derleme kitap oldu.

Sürekli dalgalarla sarsılan, sadece darbeler konusunda istikrara sahip bu ülkede denizyıldızları da bir bir sahile vurdu yıllarca. Güneşin yakıcılığı, suyun ayrılığı kopardı onları hayattan. Ve hep o sahildeki ümitvar adamı bekledi denizyıldızları. “Büyük rüya görmek lazım!” diyen kahramanları…

Ülkenin bu bitmez ihtiyacı konusunda bakın bir bilge nasıl bir tahlilde bulunuyor ;

” Yüksek düşünceleri, yüce gâyeleri, büyük ve evrensel projeleri ancak, her zaman yüksek uçabilen, uzun soluklu; yürüdüğü yolda hız kesmeden yürüyen, durduğu yerde kararlı duran, uhrevî zevklerle gerilmiş karasevdalılar gerçekleştirebilir. Şimdilerde bizim şuna-buna değil, bu seviyede düşünen, inanan, düşüncelerini hayata geçirerek önce kendi milletini, sonra da bütün insanlığı aydınlığa çıkarıp, onların Hak'la buluşmalarını sağlayabilen, kendini hakikate adamış ruhlara ihtiyacımız var. Düşünülmesi gerekli olan şeyleri düşünüp, bilinmesi icap eden şeyleri bilen, bildiklerini hemen pratiğe dönüştüren ve bütün ölü ruhları yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"e hazırlama azmiyle sûru dudağında İsrâfil gibi gezen; gezip her yerde herkese hayat üfleyen; ifade kabiliyeti var ise beyan gücüyle, eli kalem tutuyorsa kalemin diliyle, bediiyyâta açıksa herhangi bir sanatın desen ve çizgileriyle, şairse şiirin sihriyle, mûsıkîşinassa değişik beste ve nağmelerin büyüsüyle her zaman ruhunun ilhamlarını haykıran, her fırsatta iç ihsaslarını seslendiren, dili gönlünün derinliklerine bağlı, gönlü de samimiyetle çarpan en yüce hakikate adanmış ruhlara… “İşte, her kriz devresinde, içinden, yüreği Anadolu mayası ile mayalanmış öncüler çıkaran bu “millet”in (=aynı duyguyla hareket eden halk toplulukları) ümitvar yiğitlerinden, isimsiz kahramanlarından biriydi Gemuhluoğlu. Yeniden inşa edilecek bir vatan için yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışan, kini bir mizaç bozukluğu, nefreti kanser hastalığı düşmanlığı içtimai bir veba olarak gören, dostluktan, muhabbetten başka mevzulara vakit harcamayan, dövene elsiz, sövene dilsiz, gönül koyana gönülsüz olmak gerek düsturunu hal edinen, tevazusuyla insanlardan bir “insan”, ama coşkusuyla sanki hayalleri süsleyen bir hüma kuşuydu bu kitapta anlatılan: Görünen hizmetlerin değil, görünmeyen himmetlerin adamı.Necip Fazıl’ın ifadesiyle ateş hattındakilere su taşıyan devrin sakası.Akif İnan’ın deyişiyle hepsinin içinde kök saldırdığı bir ışık ağacının sahibi.Nefsi için hiç birşeye talip olmayan kimden ne istediyse ülküsü için isteyen bir gönül insanı.

Genç yaşında Hakk’a yürüyen bu büyük insanla aynı göğe bakamadım ben, ama onu anlatan DOSTLUK ÜZERİNE’ yi okudukça en çok buna hayıflandım, O’nun gibi yüreklendiren, ümitveren, seven, koşan, coşan, coşturan bir Ağabey’e ne kadar da ihtiyacım vardı benim, ne kadar ihtiyacı var ülkemin. Ve açıkçası O’nun yetiştirdiği irfan meclisi üyelerinin vazifelerini tam yapmadıklarını düşündüm haddim olmayarak. Çevremde yaptığım küçük çaplı nabız yoklamasında bir çok farklı alanda çalışan, doktora yapmış kişiye sorduğum halde ismini duyan olmadığını görüp üzüldüm. O’nu hem konuşmalarından hem de yaptıklarından tanıyan tek bir kişi buldum, o da 86 yaşında olan babamın amcasıydı.Bu kitabı okumadan ondan birkaç anısını dinledim, coşkusunu, deli cesaretinde adamlar aradığını, Türkçe’ ye, Edebiyat’a, sanata olan aşkını öğrendim. Ve sonra derleyeninin verdiği güvenle bu kitabı elime aldım ve bunca yıldır böyle bir insanı tanımadığıma üzüldüm. Son zamanlarda okuduğum en iyi derleme kitap olan DOSTLUK ÜZERİNE’ yi hazırlayan yazara teşekkürlerimi ve dualarımı sunmak amacıyla bu satırları yazma cüretinde bulundum.

Derleyen ustanın görüşü ile birlikte kırk üç akademisyen, şair, yazarın gönül penceresinden verilmişti bu ismi ile müsemma, eseri insan olan kahraman.

Dostluk Üzerine adı verilen efsaneleşmiş ve daha önce birkaç kez basılmış söyleşinin tam metni yanında Gemuhluoğlu’nun oğluna yazdığı mektuplar da eklenmişti bu kitaba ki, en etkili bölümlerinden biri hiç kuşkusuz samimiyetin daha da özel hissedildiği bu kısmıydı. Millete adanmış ömürler yaşayan her büyük insan gibi onu en çok destekleyen ama ondan en çok mahrum kalan tabî ki ailesiydi ve henüz baba-oğul arkadaşlığının özel bir boyuta taşınacağı günlerde Baba Gemuhluoğlu bu dünyaya veda etmişti. İşte bu yüzden çocuk denecek yaşta babasını, dostunu, arkadaşını yitiren bu genç yiğitler için özellikle bu mektupların yeri bambaşkadır diye düşünüyorum. Ve bugün bunları bizlerle paylaşmaları ne büyük incelik.

Bu mektupların ardından Rasim Özdenören’in baba Gemuhluoğlu’nun defni ve bu esnada büyük oğlu Ali’ nin halini anlattığı sahnenin de kitabın kapağını her gördüğümde zihnimde canlanıp beni gözyaşının kucağına attığını itiraf etmeliyim.

Bu kısa öz ama derin mektuplardan öyle etkilendim ki, her anne baba çocuklarına çok değerli olacak bu hediyeyi bırakmalılar ve onlara, hayatlarının anlamını sunacak ilkeleri gönül süzgecinden geçirip mektuplar yazmalılar diye düşündüm kitap boyunca.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Gemuhluoğlu’ nun gazete ve dergilerde çıkan yazılarından bir seçki sunulmuş ardından ölümünden sonra O’nun için yazılanlara yer verilmiş.

O’nun için kaleme alınmış kitap ve yazılardan o kadar can alıcı noktalar seçilmiş ki, burada da derleyen yazarın aşk gözüyle yaklaştığını, anlattığı kahramanla gönül bağı kurduğunu, esere ayrı bir ruh kattığını görülüyor. Özellikle Nuri Pakdil’in “Bağlanma” adlı Gemuhluoğlu’ na adanmış eserinden yapılan anlatılar muhteşem.

Kitaptan öğrendiğimize göre FETHİ GEMUHLUOĞLU’ nun hayatının merkezine aldığı kavram; muhabbet. Bu konuda bir bilge der ki; “Muhabbet, maddî-mânevî güzelliklere meyletmek demektir. Maddî şeylere muhabbet cismanî ve bedenî; mânevî şeylere muhabbet ise ruhî ve vicdanîdir. Bu itibarla, zahirî güzelliklere muhabbet, o güzellikler ebedî olmadığından hicranlıdır. Mânevî şeylere muhabbet ise, daimî ve hicransızdır. "Bir kalbde muhabbet hakikî olursa düşmanlık mecazî, düşmanlık hakikî olursa muhabbet mecazî olur." çok müşkülü halleden sırlı bir anahtardır. Ümit edilen zevklerin elde edilmesi, ümit gibi aşkın da ölümüdür. Ümit ve aşk, arayıcı ruhların kanatlarıdır ve arama esnasında hep onlarla beraber bulunurlar.Hastalığın tesirini tabipler, emârelerle bilirler; hasta onu duyar ve hisseder. Bunun gibi, muhabbeti seven, aşkı âşık, cezbeyi meczûp, ruhânî zevkleri de ârifler bilirler ki, hâl ilmi de işte budur! (...) Aşk, Rahmeti Sonsuz'un, insanoğluna gelip ulaşan en gizli lütuflarından biridir. Aşk, bir nüve, bir çekirdek olarak hemen her fertte bulunur. Şartların elverdiği ölçüde de o çekirdek ve tohum, ağaçlar gibi dal-budak salar; çiçekler gibi uyanır ve meyveler gibi, başlangıç ve sonu bir araya getirerek, tekâmül halkasını tamamlar.

Aşk, bir duygu olarak göz, gönül ve kulak menfezlerinden insanın iç âlemlerine akar; vuslata dek de, bir baraj gibi şişer, bir çığ gibi büyür ve bir alev gibi insanın her yanını sarar. Aşk vuslatla noktalanınca, her şey durgunlaşmaya yüz tutar; ateş söner, baraj boşalır, çığ da dağılır gider... Doğuştan bir mânâ ve nüve olarak hemen her ruhun önemli bir yanını teşkil eden aşk, gerçek ton ve rengini hakikî aşka inkılâp etmekte bulur; bulunca da ebedîlik kazanır ve gider vuslat eşiğinde mücerret bir lezzete inkılâp eder.

İnsanoğlunda Hak tecellilerine açık olan zirve, gönüldür. Gönüllerin bu tecellilere, dolayısıyla da Allah (celle celâluhu) sevgisine mazhar olmalarının en açık emaresi ise, o sînelerde Yüce Yaratıcı'ya duyulan aşk ve iştiyaktır.

İnsan-ı kâmil ufkuna ulaşma yollarının en keskin, en kestirme ve en sıhhatli olanı aşk yoludur. Aşka, iştiyaka açık olmayan yollarla, o ufka ulaşmak oldukça zordur. Denebilir ki, hakikata ulaşmada, "acz u fakr, şevk ü şükür" yolundan başka aşka denk ikinci bir yol yoktur. Aşk, yitirdiğimiz Cennet'i bulabilme yolunda Cenab-ı Hakk'ın bizlere ihsan ettiği bir buraktır. Ve bu buraka binenlerden, şimdiye kadar takılıp yolda kalan hiç olmamıştır.”

İşte bu kitap bana bir başka hal insanının oldukça net bir şekilde ifade ettiği, aşkı anlattığı bu satırları anımsattı ve farklı yollardan gidilse de aşk tek bir kaynağa yöneldiğinde kıymetlendiği için varış noktasının tek olduğunu gösterdi.

” Aşk, insanı bütün bütün yakıp kül ettiği için, bundan böyle onu ne dünya ne de ukbâ ateşleri yakmaz ve yakamaz. Zira, iki emniyet ve iki korku, iki iştiyak ve iki ızdırabın bir insanda aynı anda bir arada bulunamayacağı esasına binaen, bütün bir hayat boyu sînesini aşkın alevlerine açan ve iç dünyasında cehennemî ateşlerle pençeleşen kimselerin, ikinci bir defa aynı ızdırap ve aynı elemleri yaşamaları düşünülemez...

İnsana kendi varlığını unutturup, onu sevdiğinin varlığıyla bütünleştiren aşk, kalbin, garazsız-ivazsız sadece mâşuku dileyip, onun arzu ve isteklerinde eriyip gitmesinin unvanıdır ve zannımca, insan olmadan murat da işte budur “ dediği gibi bilgenin insan olmanın, yollarda takılıp kalmamanın tek yolu aşktı ve bunun için kalbini açan, onu taşımaya hazır hale gelen insanı Allah muhabbeti ile rızıklandırırdı.

İşte Fethi Gemuhluoğlu bu aşkı tadan, o aşkla yanan liyakatlilerden olmalıydı ki, bunca insanın gönlünde derin izler bıraktı, bir neslin yetişmesine öncülük etti. Necip Fazıl ve dostlarının surda açtığı mukaddes gedikten yıkılacak duvarların yerine özüne sadık, Yaradan’ına aşık nesillerce yapılacak yeni eserler için önce fikir işçilerine ihtiyaç olduğunu bildi, onları arayıp buldu. Yürümeleri için yüreklendirdi, maddi manevi desteği ile Allah için dostluğunu sundu ve bunu bir ibadet neşvesi içinde yaptı ki, zaten O’nun için, O’nun adıyla yapılan her şey ibadetti.

İşte aşk öyle anlatılmaz bir denizdi ki, her şeyin rengini maviye çevirir, azı çok yapar, kısacık bir ömre hayal edilebileceğinden fazla hizmetin sığmasını sağlardı. Fethi Gemuhluoğlu’unda da öyle olmuş, 55 yıllık fani ömrünü bakileştirecek nice “insan” eserlerinin inşasında rol oynamıştı. Bir hayır kapısı açanlar alem değiştirse de o kapıdan girenler oldukça vesile olmanın sevabına ortak olurlar ya, Gemuhluoğlu da karanlığın en yoğun olduğu yıllarda ümidini yitirmeden çalışmış amel defterinin hep açık kalmasını sağlayacak işlere imza atmıştı.

Yaşamının gayesini yaşatmak üzerine kurmuş bu hal insanını anlatan yazılarda dostluğun, kardeşliğin, digergamlığın, muhabbetin fotografı çekilmiş, duygularla harmanlanıp kelimelerin içine öyle güzel yerleştirilmiş ki, kitaptan alıntılar yapmakta zorlanacağımdan DOSTLUK ÜZERİNE’yi okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Burs almak için başvuran öğrencilere, “Siz hiç aşık oldunuz mu? “ diye soracak kadar aşka aşık, cebinizde son kalan parayla karnınızı doyuracağınıza bir film ya da tiyatro seyredin diyecek kadar sanatsever,

Her şeye dost olalım, ağaca, tarihe, coğrafyaya, insana ama uykuya, siyasete, mal hırsına dost olmayalım diyecek kadar geniş gönüllü,

“Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar.” diyen Yunus’un bu beyitle, aslında “Sevdiklerinize sevdiğinizi izhar ediniz.” Hadisini tercüme ettiğini söyleyecek kadar araştırmacı,

Bize beslenmemiz gereken öz kaynakları işaret edecek kadar okuma sevdalısı,

Devrinin sanata edebiyata vakıf bir entellektüeli olmasına rağmen oku emri var, yaz emri yok diyerek yazma orucu tutacak kadar mütevazı,

Önce selam, sonra kelam diyerek geniş merhabasıyla, görüneni, görünmeyeni, bilineni, bilinmeyeni, selamlayan, selamını evrensel boyutta tutacak kadar vizyon sahibi, şairlerin ilham kaynağı, yazarların yönünü kendisine çevirdiği bir fikir adamı,

Gözü olana sabahın ışıdığını, şeb-i yelda’dan geçtiğimizi, küfrün bittiğini, riya devrini yaşadığımızı bundan 35 yıl önce yaptığı konuşmasında söyleyen bir gönül insanı tanımak isterseniz DOSTLUK ÜZERİNE adlı eseri edinmeli ve belki birkaç defa okumalısınız.

Sırf bu ümitvar söylemi bile onun vizyonun göstergesi, ve bugün hala ara ara ümitsizlik batağına saplanan ruhlarımıza indirdiği şamardır. Lakin sabahın ışıkları kalp gözü olana, gönlü aydınlıkla dolana ışımıştır.

Ve yine O’nun deyimiyle Yahya Kemal “İman bir şevk olan zamanlar geçti.” sözüyle yanılmıştır; İman bir şevk olan zamanlar tekrar gelmiştir, bu devran ebedidir, diyerek şevki hayatımızın merkezine oturtmamız gerektiğini ifade eden bu abidevi şahsiyet, iç darlığından, dünya darlığından, çilelerden ve kahırlardan kurtulmalıyız diyerek kalbin derece-i hayatında ilerlememiz gerektiğini de hatırlatmıştı.

Gemuhluoğlu’nun hayat felsefesini özetleyen bir mısra ile son verelim söze:

“Aşk gelicek, cümle eksikler bitecek”
Aşkın gönüllerimizi doldurması dileğiyle...
HANDAN GÜLER
----------------------------------------------
BURSA İÇİN BİR ETKİNLİK BİLDİRİMİ:





LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin